Engin Geçtan: Hayat kitabı özeti

Engin Geçtan, Hayat kitabında geriye dönerek hayatı derinlemesine sorguluyor. Konuyu sadece ruh sağlığı açısından ele almakla kalmıyor; aynı zamanda fizik, biyoloji, sosyoloji, antropoloji ve tarih gibi farklı disiplinlerden de bakıyor. Kendi yaşam deneyimlerini ve danışanlarından edindiği izlenimleri de paylaşıyor.

Geçtan, sık sık farklı yazarlar ve psikodinamik kuramcıların düşüncelerine başvuruyor. Kitabında yer verdiği önemli isimlerden bazıları şunlar: Martin Buber, Donah Zoher, Jung, İdris Şah, Klein ve Winnicott.

Engin Geçtan’ın Hayat kitabı hakkında genel bilgiler

Engin Geçtan’ın Hayat kitabı, tarzı, üslubu ve konusu bakımından İnsan Olmak kitabına en yakın eseridir. İkisi de modern insanı anlatıyor.

Kitaplarının sayfa sayısı az ve sade görünebilir, ama bu sizi yanıltmasın. Geçtan’ın eserleri tam anlamıyla “demirden leblebi.”

Hayat kitabı, psikanalitik bir teknik olan serbest çağrışım yöntemiyle yazılmış gibi bir izlenim veriyor. Bu da kitabı takip etmeyi zaman zaman oldukça zorlaştırıyor.

Bölüm başlıklarının olmaması ise konuları takip etmeyi biraz daha güçleştiriyor. İşte bu yüzden hazırladığım bu özetin, kitabı ilk kez okuyacak genç okurların işini kolaylaştırmasını umuyorum.

Engin Geçtan’ın Hayat kitabında üzerinde durduğu konular

Hepimiz çocukluktan itibaren çeşitli şartlandırmalarla büyüyoruz. Geçtan, kendi hayatında da bunun birçok örneğini yaşamış. Kendi ifadesiyle, onu etkileyen en belirgin şartlanmalardan biri, Batı’nın bilime yönelik pozitivist bakış açısı olmuş. Bu kalıplardan sıyrılma çabasının, onu yazmaya iten nedenlerden biri.

Şartlandırmalar

Odaklanmak: Batı düşüncesi, dikkatimizi tek bir noktaya yöneltip ayrıntıları görmezden gelerek işe “odaklanmamız” gerektiğini vurgular. Doğu düşüncesi ise tam tersine, “farkındalık” kavramını ön plana çıkarır; yargılamadan, açık bir zihinle her şeyi olduğu gibi fark etmeyi salık verir.

Ayrıntıları neden göz ardı edemeyiz? Atom çekirdeğindeki maddeler aslında büyük oranda boşluktan oluşur; madde dediğimiz şey, o boşluklar sayesinde biçim kazanır. Benzer şekilde müzik, yalnızca seslerden değil, sesler arasındaki boşluklardan da meydana gelir. Aynı şey dikkatimiz için de geçerlidir: Sadece bir şeye odaklanmaya çalıştığımızda, zihnimiz dışlamaya çalıştığı şeylerin direnciyle karşılaşır ve bu durum dikkat toplamamızı daha da zorlaştırır.

Hayatın pek çok alanında, bize sürekli “bunlar ayrıntı” denilerek bazı şeyleri görmezden gelmeyi öğreniyoruz. Oysa Geçtan’a göre hayat ayrıntılarda gizlidir.

Mekan. Şartlandırıldığımız alanlardan biri de “mekân” kavramıdır. Geçtan, Avustralya yerlileri olan Aborjinlerin mekânı, sabit sınırlarla değil, sınırsız ve soyut “şarkı hatları”yla algıladıklarını anlatır. Buna karşılık bizler, mekânı ölçülebilir, şekillendirilmiş bir yapı olarak düşünmeye koşullanmışızdır.

Bu şartlandırmalar seçimlerimize de yansır. Bir tercih yaparken çoğu zaman özgür olduğumuzu sanırız ama aslında ruh halimiz ve bilinçdışı şartlanmalarımız yönümüzü belirler.

Yeni bilgiler öğrensek bile, onları eski düşünce kalıplarımızla yorumlama eğilimindeyiz. Yeni bilgiler, zihinlerimizdeki yerleşik çerçevelere oturtulduklarında, bizi özgürleştirmekten çok, mevcut şartlanmalarımızı yeniden üretirler.

Kuantum fiziği

Kitabın merkezinde kuantum fiziği yer alıyor diyebiliriz. Geçtan, farklı psikiyatrik teknik ve yaklaşımları kendi yorumuyla ele alırken, alanına alışılmışın dışında bir perspektif katıyor. Bu farklı bakış açısının temel kaynaklarından biri de modern fizik, özellikle de kuantum teorisi.

Doğu kültürlerinde insana dair çok yönlü bakış açıları öteden beri var. Batı ise bu yaklaşımı yeni yeni keşfetmeye başladı; bunda çağdaş fiziğin büyük etkisi var.

Kuantum fiziğine göre madde durağan bir yapı değil, sürekli hareket ve devinim halindedir. Madde yalnızca belirli bir yerde bulunma eğilimi gösterir ama bu onun kesin olarak orada olduğu anlamına gelmez. Her şey olasılıklar üzerine kuruludur.

Bu düşüncenin temelinde Heisenberg’in belirsizlik ilkesi yer alır. Bu ilkeye göre, bir parçacığın aynı anda hem konumunu hem de hızını kesin olarak bilmek mümkün değildir. Bu da evreni önceden kestirilemez ve belirsiz bir yer hâline getirir.

Çağdaş fizik evrenin bir bütün olduğunu, tüm parçaların birbirine farklı sistemler aracılığıyla bağlı olduğunu söyler. Bu maddeler sürekli bir devinim içindedir. Bu yaklaşım, Antik Yunan’daki Sokratik düşüncede geçen “varlığın birliği” fikriyle de örtüşür.

Öte yandan Newton fiziği, dünyayı mekanik ve lineer bir sistem olarak görür. Kartezyen bakış açısıyla şekillenen bu anlayış, her şeyi sebep-sonuç ilişkisi içinde açıklamaya çalışır. Ancak bu indirgemeci bakış, gerçekliğin karmaşıklığını göz ardı eder. Dünya, Newton’un öngördüğü kadar tahmin edilebilir değildir. Geleceğin ne getireceğini kesin olarak bilemeyiz.

Bu kartezyen anlayışın bir sonucu olarak, günümüzde çoğu zaman “nasıl?” sorusu yerine “neden?” sorusunu sormaya eğilimliyiz. Her şeyi mantıklı ve ölçülebilir hâle getirmeye çalışıyoruz. Oysa kuantum fiziğine göre, bir kelebeğin kanat çırpmasının yarattığı küçük bir türbülans, çok uzak bir noktada bir kasırgayı tetikleyebilir. Her şey, her şeyle bağlantılıdır.

Zamanın döngüselliği

Doğu zaman kavramı lineer değildir; çok daha döngüsel bir anlayışla yaşanır. Bu bakış açısına göre, her şeyin bir olgunlaşma süreci vardır. Bir şeyi kavramak ya da anlamak, yalnızca belirli bir anda değil, ancak zamanı geldiğinde ve kişi buna hazır olduğunda mümkün olur. Bu anlayış, Doğu’nun bilgelik geleneğinde sıkça rastlanan, sabrı ve içsel hazırlığı vurgulayan bir yaklaşımı yansıtır.

İnsan dışındaki canlıların da bilinci vardır.

Bize eskiden dünyanın canlı ve cansız varlıklardan oluştuğu anlatılmıştı. İnsan dışındaki canlıların bilincinin olmadığı varsayılıyordu. Oysa ki daha sonra cansız dediğimiz varlıkların atomlardan oluştuğunu ve mikro düzeyde farklı parçacıkların sürekli devinim halinde olduklarını öğrendik.

Eskiden bize dünyanın canlı ve cansız varlıklardan oluştuğu öğretilmişti. İnsan dışındaki canlıların ise bilinçten yoksun olduğu varsayılıyordu. Cansız olarak tanımladığımız varlıkların aslında atomlardan oluştuğunu, bu atomların da mikro düzeyde sürekli devinim halinde olan parçacıklardan meydana geldiğini öğrendik. Böylece, durağan ve bilinçsiz olarak kabul ettiğimiz “cansız” varlıkların da hareket ve etkileşim içinde olduğu anlaşıldı. Bu da evrendeki her şeyin birbirine bağlı ve dinamik olduğu fikrini güçlendirdi.

Evrenle bütünleşemiyoruz.

Hayatımızda “şeyler”, yani nesneler ve somut varlıklar, ilişkilerden önce geliyor. Oysa doğmadan önce evrenle bir bütündük. Yeni doğan bir bebek de kendisini annesinden ayrı bir varlık olarak algılamaz. Ancak anne, “benim çocuğum” diyerek onu sahiplenir ve böylece çocuk, daha ilk andan itibaren bir “şey” hâline gelir; nesneleşir.

İnsanın içindeki evrenle yeniden bütünleşme arzusu, onu maneviyata yönlendiriyor. Ancak çoğu zaman bu arayış da kısa sürede hayal kırıklığına dönüşüyor. Çünkü maneviyata da yine beklentilerimizle, kalıplarımızla ve şartlandırmalarımızla yaklaşıyoruz. Bu yüzden arayışlarımız, derinlikli bir deneyime dönüşemeden yüzeyde kalıyor; biçimsel bir uğraşa dönüşüyor.

Kaos

Sürekli kaostan kaçmaya çalışırız ama kaos hiç bitmez. Hangi gününüz planladığınız gibi gitti? Kaos düzeninde linear mantık sürdürülebilir olmuyor. Kaos gözlemlerine göre hiçbir şeyin tekrarı yoktur. Kaos ve düzen bir arada gider. Düzenli bir düzensizlik hüküm sürer. Sistemler kaos içinde kendilerini sürdürürken bir dengeyi korurlar.

Vücudumuzdaki organları düşünün. Hücreler ölür, yeni hücreler yapılır. Ama organ işlevine devam eder. Beynimizin bir görevi de içten gelen uyaranlarla dıştan gelen uyaranlar arasında oluşan kaos ile baş edebilmek.

Hepimiz rüyalarımızda kaos yaratırız. – Engin Geçtan

Yabancılaşma

Yabancılaşma, günümüz insanının en temel sorunlarından biri haline geliyor. Bu duygu, dünyaya karşı beslenen öfkeden kaynaklı depresyondan çok daha derin, hatta panik atak gibi ani bir imdat çağrısından bile ağır olabilir. İçinde yaşadığı dünyanın bir parçasıymış gibi hissetmeyen, hayatla bağları kopan bireyler, bazen intihara kadar sürüklenebiliyor.

Bazen anlık olarak bu yabancılaşma duygusundan uzaklaşmak mümkün. “Burada ne işim var benim?” diye kendimize sorabiliriz. Bu ani yabancılaşma haliyle, genellikle düşünce yoluyla başa çıkabiliriz.

Ama bu yabancılaşma duygusu yaygınlaştığında, birey kendini uyuşturucu gibi kötü alışkanlıklara yönelirken bulabilir. Üstelik çoğu zaman bunun farkında bile olmayız. Örneğin; hızlı yaşamak, sürekli meşgul olmak gibi davranışlar aslında bir tür uyuşturucudur. Bunlar, bizi hayatın temel sorularını sormaktan uzaklaştırır. Biz yaşamı hızlandırarak, aradaki boşlukları doldurmaya çalışıyoruz. Oysa her şey, en doğru zamanı geldiğinde, yani eşref saatinde gerçekleşiyor.

Yabancılaşma duygusunun sebepleri

Yazgımız üzerinde hiç söz sahibi olmadığımız düşüncesine kapılmak

Yazgımız üzerinde hiç söz sahibi olmadığımızı düşünmek, aslında bizi oluşturan üst sistemleri biz hiç yaratmamışız gibi bir tutum sergilemektir. Oysa bu bakış açısı, kuantum fiziğinin temel ilkeleriyle çelişir. Kelebek etkisi perspektifinden baktığımızda, tüm sistemlerin birbirleriyle ilişkili ve sürekli bir devinim içinde olduğunu görürüz. Bu yüzden birey, kendisini evrenin ayrı bir parçası değil, o evrenin içinde aktif ve etkileşim halinde bir parça olarak görmelidir.

Herkesin kendi normlarını üretmesi

Giderek, toplumsal ve kültürel değerlerle normları olduğu gibi kabullenmek yerine, kendi bireysel norm ve değerlerimizi yaratmamız bekleniyor. Ancak herkesin kendi normlarını oluşturduğu böyle bir ortamda, başkalarıyla iletişim kurmak zorlaşıyor. Bu durum, sık sık düş kırıklığına, kızgınlığa ve en sonunda da yalnızlığa yol açıyor.

Koşullu kabullenmeler

Başkalarının bizi kabul etmesini sağlayacak biri olmaya çalışıyoruz. Koşullu olarak kabul edilen bir insanın, kendini kabul ettirebilmek için elindeki tek seçenek başarılı olmak oluyor. Anlaşılma umudunu yitiren insanlar ise daha çok beğenilme arzusuna kapılıyorlar. Sosyal medyada bunun pek çok örneğini görebiliyoruz.

Başkaları tarafından sevilmek için kendimizi bastırdığımızda, ne kendimizi ne de başkalarını gerçekten sevemez hale geliyoruz. Yani sevilmek uğruna sevme yetimizi kaybediyoruz.

Hayatını beğenilme üzerine kuran insanlar, dışarıdan kolay fark edilmeyen derin bir depresyonun içine düşebiliyorlar. Görkemlerinin arkasında ise çoğu zaman büyük bir eksiklik duygusu saklıdır.

Kent yaşamı

Büyük kentlerde yabancılaşma hızlanıyor. Çünkü birçok insanla tanışıyor ve ilişki kuruyoruz, ama çoğunun adını bile hatırlayamıyoruz. İnsanlar isimsizleşiyor, yabancılaşıyor, yalnızlaşıyor. Elbette, iktidar sahibi olmamalarına rağmen güçlü olan isimsiz pek çok insan var. Ancak onları fark edebilmemiz için biçimsel değerlendirmelerimizden ve şartlandırmalarımızdan uzaklaşmamız gerekiyor.

Mantığımızı yücelttikçe, korkularımız ve kırılganlıklarımızla yüzleşemiyor, kendimize de yabancılaşıyoruz.

Başkaları tarafından dışlanmak da yabancılaşmanın önemli kaynaklarından biri. Böyle bir yabancılaşma, insanları fanatikleşmeye de sürükleyebilir.

Tüketim. Eşyalarımızı eskimeden atıyoruz; böylece kişisel tarih duygumuzu da köreltiyoruz.

Doğaya yabancılaşmak ise başka bir sorun. Doğa ve diğer canlılarla olan bağımızı kaybetmenin bedeli de yabancılaşma oluyor.

Yalnızlaşma

Yenilikten uzak durma... Dünya hızla değişiyor. Bu durum, belli görüşleri ömür boyu sürdürmeyi zorlaştırıyor. Değişime direnenler, yaşamın dışında birer gözlemciye dönüşüyor. Bu da zamanla yabancılaşmaya ve yalnızlaşmaya neden oluyor. Oysa yeniyi benimsemek, eskiyi tamamen reddetmek anlamına gelmez.

Psikanaliz de bireyi merkeze alarak, bireyin yalnızlaşmasına istemeden katkıda bulundu. Psikiyatri ise bireyi bütünden soyutlamaktan tam anlamıyla uzaklaşamadı.

Sosyal medya: Küçük çocuklar, annelerinin etrafta olduğunu bilmek isterler; bu onlara güven duygusu verir. Aynı şekilde çoğumuz cep telefonlarımızı sürekli kontrol ediyoruz. Sevdiklerimizin çevrimiçi olduğunu görmek, bizde bir güvence hissi yaratıyor.

Varoluşçu bakış açısı: Çevremizde insanlar olsa da, kendimizle baş başa kaldığımızda aslında hepimiz yalnızız.

Yatırıma dönüşen ilişkiler: Artık insanlar birlikte yaşamaktan zevk almıyor. İlişkiler “Ben ona ne verdim, o bana ne verdi?” hesabıyla yürütülüyor. Anlık ilişkiler neredeyse yok olmuş durumda. Mesela, sokakta yürürken birine gülümsemek… Sonra dönüp arkamıza bakar mı diye düşünmeden ilerlemek. Bu tür yaşantılarımız gitgide azalıyor.

“Dünya ile daha bütün hissedersek kendimizi, o zaman yalnızlık hissine yer kalmayabilir.”
Engin Geçtan

İnsanlar birbirini ancak yaşantı içinde tanıyabilir. Oysa günümüzde bilgi öne çıkmış durumda. İnsanlar hakkında çeşitli bilgileri toplayarak onları tanıdığımızı sanıyoruz. Ama bu, onların kim olduğunu bilmek değil. Aynı şekilde, kendimiz hakkında başkalarına bilgi sunarak yakınlık beklemek, insanları birer imgeye indirgemek olur.

Etrafımızdaki insanlara da, ihtiyaçlarımızı karşılayacak nesneler gibi bakıyoruz. İlişki adına ilişki kurabileceğimiz kimse kalmayınca, kendimizi yalnız hissediyoruz. Günümüzün ilişkileri ise gitgide biçimsel ve birer “ayin” dizisine dönüşüyor.

Doğa insanının varoluş biçiminden uzaklaştık. Artık, “sahip olarak var olabileceğimiz” inancıyla yaşıyoruz.

Doğu ve batı mantığı

Bize sunulan bilgiler çoğu zaman hayattan kopuktur. Bilgiyi yurt dışından alıyor, deneyimleri ise yurt içinde kazanıyoruz. Ancak bu durum, bir çelişki oluşturmak zorunda değil. Çünkü bilgi ister yurt dışından, ister yurt içinden gelsin; biz o bilgiyi hayatımızda test ederek, onunla bir bağ kurarız.

Doğu kültüründe düşünceyle yaşam birbirinden kopuk değildir. Zaman lineer değil; döngüsel, yani non-lineer bir yapıdadır.

Batıdaki yabancılaşmanın kökeni, Antik Yunan’da ortaya çıkan beden-zihin ayrımına dayanır; bu ayrım Doğu’da daha az görülür. Bu nedenle, fiziksel sıkıntıların psikolojik kaynakları olabileceği fikrine daha yakındırlar. Bir hastaya ilaç vermenin yanı sıra, onunla konuşmanın da iyileştirici olabileceğini fark ederler.

Gölge

Carl Jung’a göre, Batılı insanın bilinci ile bilinçdışı arasında bir bölünme vardır. Her şeyi mantık çerçevesinde yapmaya çalışarak bilinçdışını bastırmıştır.

Jung’a göre bunun avantajı, ehilleştirilmiş bir bilinçdışı sayesinde disiplinli ve örgütlü bir şekilde davranabilmektir. Ancak bu kazanımın bir bedeli vardır: İnsan, ilkel düşünme yetisini ve bilgeliğini kaybetmektedir.

Batılılar doğaya hükmetmeye çalışırken, Hindular doğanın yasalarını anlamaya ve onlara itaat etmeye çalışırlar.

Uygarlığın bedeli olarak, insanın gölgesiyle yani bastırdığı yönleriyle makul bir ilişki kurması gerekir. Hayvansı eğilimlerini bastırmayı başaran insana “uygar” denir. Ancak bunun karşılığında yaratıcılığını, duygusallığını ve içgörüsünü köreltmek zorunda kalabilir.

Gölgemizi bastırırsak ne olur?

Bastırılan gölge güçlenir. Giderek bir tehlikeye, kaldırılamaz bir ağırlığa ve tehdide dönüşebilir. Gün gelir, serbest kalan gölge zincirini koparıp canavarlaşabilir. Carl Jung’a göre, bilinçdışına itmek Batı’nın şok edici barbarlıklar ortaya çıkarmasına sebep olabiliyor.

Bastırılan gölgeler toplu histerilere dönüşebilir. Bu maniler, eski dini ayinleri hatırlatır. Günümüzde ise bu durum daha çok karnavallarda gözlemlenebilir. Televizyon programlarında sıklıkla gördüğümüz gibi, umulmadık anlarda insanlar oldukça kişisel sorunlarını teşhir edebiliyor. Teatral ve uç davranışlar sergileyerek katarsis yaşayabiliyorlar. Yunan tiyatrolarından farkı ise, burada izleyiciler değil, oyuncular katarsis yaşar.

Yansıtma: Birey, kendisinde bastırdığı şeyleri başkalarında gördüğünde buna aşırı tepki verebilir. Ayrıca, kendisinde bastırdığı yönleri başkalarına da yansıtarak onları suçlayabilir.

Gölgemizi bastırmak, yaratıcı yönümüzü de bastırmak anlamına gelir. Bu durumda yaşamımız monotonlaşır, canlılığını kaybeder. Ruhsuzlaşabiliriz.

Aşırı mantık, bizi gölgemizden koparır. Arada bir “saçmalıyor” gibi görünseler de, gölgeleriyle barışık insanlar varlıklarıyla daha çok hissedilir.

Persona: İnsanlar, gölgelerinin hayvansı tarafını evcilleştirerek “persona” denilen maskeler takarlar. Gün içinde farklı roller oynarlar. Persona, günlük yaşantımızı sürdürmemizi sağlar.

Fakat ego, persona ile özdeşleşirse sorun ortaya çıkar. Yani günlük hayatta oynadığımız rollere uygun olarak taktığımız maskeleri özbenliğimiz sanmaya başladığımızda ego şişmesi yaşanabilir. Persona, gerçek dışı hedefler üretip kişinin kendisini yetersiz hissetmesine sebep olabilir. Birey bu durumda anlamsızlık hissine kapılabilir.

Geçtan, Hindu guruların peşinden gitme ya da onların yaşam tarzını benimseme konusunda ise oldukça şüpheci.

Ben-Sen ilişkisi

Martin Buber terapi sürecinde ve yaşamımızda insanlarla nasıl bireysel ben-sen ilişkisi değil, ben-şey ilişkisi kurduğumuzu ortaya koyuyor.

Örnek. Sıklıkla yakınlarından insanlar ‘onu da götürüyorum’ ‘onları yolladım’ şeklinde bahsediyorlar.

Danışanıyla ben-şey ilişkisi kuran terapist kendisini çok fazla açmaz. Benin şeyi anlaması şeklinde sürer seanslar. Oysaki benin şeyi anlamasından ziyade birbirini hissedebilmek olmalı hedef.

Psikoterapi süreci özne-özne temelinde sürdürüldüğü oranda haraket edebilir.

Engin Geçtan’ın Hayat Kitabından Çıkarılabilecek Bazı Önemli Mesajlar:

  • Şartlandırmalarımızı fark etmek ve onlardan kurtulmak yaşamla daha sahici bir bağ kurmanın ilk adımıdır. Ezberlerle değil, deneyimle ilerlemeliyiz.

  • Bir gurunun peşinden gitmek ya da hazır bir yaşam tarzını kopyalamak, bireysel dönüşüm için her zaman işe yarar bir yol olmayabilir. Gerçek değişim, kişisel deneyimden ve iç görüden doğar.

  • Esneklik hayatidir. Katı fikirler ve inatçı tutumlar bizi yaşamın akışından koparır, değişime dirençli hale getirir.

  • Bilgiyi sadece biriktirmek yeterli değildir. “Bir gün işe yarar” diye depolanan bilgi, yaşantıya dönüşmüyorsa içi boş kalır. Okuduklarımızı mutlaka hayatın içinde sınamalı, deneyimle harmanlamalıyız.

  • Öğrenme sadece okuyarak değil, yaşayarak da olur. Kalıcı öğrenme, bu ikisinin bireşiminden doğar. Bilgi ve deneyim birbirini tamamlamalıdır.

  • İddialı isimler taşıyan ama içi boş kitaplar, zihnimizi meşgul eder ama ruhumuzu beslemez. Gerçek bilgi gösterişsiz olabilir.

  • Psikoterapide en temel unsurlardan biri, terapistin kişisel tarzıdır. Her danışan için aynı teknik geçerli olamaz çünkü her bireyin hikâyesi kendine özgüdür.

  • İthal öğretileri alıp onları kültürel bağlamından koparıp sulandırma eğilimimiz yüzeysel anlamalarla sonuçlanabilir. Bu da kişisel gelişim yerine kafa karışıklığı yaratır.

  • Psikiyatri, sadece kendi alanıyla sınırlı kalmamalı. Politika, tarih, fizik, biyoloji, felsefe gibi disiplinlerle işbirliği içinde olmalıdır. Ancak bu şekilde insanı bütünsel olarak anlayabiliriz.

  • Ruh sağlığı bilgilerini toplumla paylaşmak önemlidir, ancak bu paylaşım medya üzerinden yapıldığında her zaman bilgi kalitesini artırmaz; aksine alanın ciddiyetini zedeleyebilir.

  • Her konuda bir görüş belirtme zorunluluğumuz yok. Sessizlik ve derinleşme de bir bilgelik göstergesidir.

  • Biz dünyadan ayrı değiliz. Dünyada ters giden şeylerin içinde bizim de payımız olabilir. Kendi etkilerimizi ve sorumluluklarımızı görmek önemli bir adımdır.

  • Kaosa karşı sürekli savaşmak bizi yorabilir. Bazen kaosla birlikte akmak, onun içinde yeni düzenler keşfetmek daha sağlıklı olabilir. Fırtınaya direnmek yerine onunla yol almak mümkün mü, bunu düşünmeliyiz.

  • Disiplinli olmakla katı olmak farklıdır. Katılık esnekliği öldürürken, disiplin özgürlüğü mümkün kılar.

  • İnsanın huzur bulabilmesi için kendi kişisel tarihini kabullenmesi gerekir. Aynı şekilde, toplumlar da barış ve huzura ancak ortaklaşa kabul edilmiş bir geçmişle ulaşabilirler.

İlginizi çekebilir: Erol Göka Hayatın Anlamı Var mı kitabının özeti ve incelemesi

About yonetim

Bunları da İnceleyebilirsiniz

Başkalarını neden doğru dürüst dinleyemiyoruz? 10 Nedeni

Dinlemek, bence iletişimde en önemli becerilerden biri. Neden beceri diyorum? Çünkü öğrenilebilir, geliştirilebilir bir şey …